Aylin Aslım blog Kia için kaleme aldığı yazıda radyo sevgisini ve kendi radyoculuk mesaisini anlattı.
Onbeş yaşımdayım. Her sabah kalkıp formayı giyip uyku sersemi kahvaltı masasına otururken babam çoktan sigaraya geçmiş, beyaz bulutlar arasında peynir zeytini göz kararı çatala batırırken TRT Radyosu var fonda. Haberler , radyo tiyatrosu (arkası yarın) ki eşi benzeri yoktur, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği ya da “Hafif Batı Müziği” eşliğinde güne başlıyoruz. Geceleri yatarken ise, başucumdaki pilli radyonun anteniyle mütemadiyen oynayarak, o zamanlar TRT dışında radyolar yani özel radyolar yasak olduğundan, korsan radyomu dinleyerek uyuyorum: Genç Radyo veya Kent FM. Dio’yu, Rainbow’u, Judas Priest’i sayesinde tanıdığım rahmetli DJ Mümtaz, Sugarcubes’u “ceplerinde örümcekler taşıyan çok garip İzlandalı insanlar” diye sunan “Cool” Seren Alpsan, dalgasına “Yurttan Sesler”, ve tabii o yaşta muhabbetlerinden pek bir şey anlamadığım için “sussalar da şarkı girse” diye beklediğim Kaybedenler Kulübü… Korsan olmasından, çaldıkları müzikten ve o müziklere tutkun oldukları için o radyoyu var eden nev-i şahsına münhasır süper cins radyo djlerinden olsa gerek, kafaya takıyorum Kent FM’e gidip “Beni işe alın” demeyi. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum, bir şekilde gidip buluyorum yerini radyonun. Mümtaz açıyor kocaman saçlarıyla kapıyı. Heyecandan ne şekle girdiysem kim bilir, “onbeş yaşında bir kız gelmiş, burada çalışmak istiyormuş, hayırlısı” diye beni paketleyip yollamıyor da, gülümseyerek, sessiz sessiz dinliyor ben anlattıkça. “Şu programı şöyle seviyorum, bu şarkıları geçen hafta çaldın da harikaydı, ben de hep müzik dinliyorum, blues çalabilirim…” diye heyecandan frenim patlamış, konuşuyorum. Mümtaz beni radyoda birileriyle tanıştırıyor, gayet ciddiye alırmış gibi anlatıyor neden orada olduğumu. Neticede elbette beni işe falan almıyorlar o yaşta, “Sen dinlemeye devam et bizi, çok mutlu olduk buralara kadar geldiğin için. Bir düşünelim neler yapabiliriz…” diyorlar. Kent FM’de çocuk işçi olarak çalışamamış olsam da Mümtaz’la dost oluyorum. Bana sayısız “çekme kaset”ler veriyor üşenmeden hazırladığı, kimleri kimleri dinleyip öğreniyorum sayesinde.
İLK TONMAYSTER ARKADAŞLARIM KİM DERSİNİZ?
17 yaşıma geldiğimde nasıl olduğunu hiç hatırlayamadığım bir şekilde diğer tüm radyolardan çok farklı yayın yapan Hür FM’e gidiyorum yine “iş arıyorum” diye. Önce arşiv gece sorumlusu olarak başlıyorum, sonra “Martı” adlı ilk radyo programımı hazırlayıp sunuyorum. Tonmayster arkadaşlarım kim dersiniz? Cenk ve Erdem. Müebbet Muhabbet ilk o radyoda doğuyor. Sonra o güzel ekip tabii ki dağılıyor, bir kısmı daha sonra kurulan Açık Radyo’nun ilk kadrosunu oluşturuyor. Orada da hayatta hiç dinlemediğim, adını duymadığım müzikleri çalan son derece enteresan müzik delileriyle tanışıyorum. Tıpkı Kent FM’deki gibi gecenin bir vaktinde çantalarına plak ve CD’lerini yüklenip, evlerinde metinlerini yazıp gelen müzik âşıkları. Ne internet var ne bir şey; herkes çalacağı müzik/müzisyenlerle ilgili bilgileri araştırıp derleyip program hazırlıyor. O insanlar sayesinde blues, grunge ve heavy metal dışında bir şeylere açılıyor kulaklarım ve kalbim.
Tam on yıl sonra, zamanında öğrenci evinde dinlediğimiz Radyo 2019’un kurucularından Hakan Özdemirci Radyo Eksen’e davet ediyor beni. Barbaros Devecioğlu’yla beraber –ki kendisini Kent FM zamanı heyecanla dinlerdim- Eksen’i kurmuşlar, program yapmamı istermişler. Mesleği müzisyenlik olmayıp müziği bu denli seven çok az insan tanıdım ki, bu iki kişi önüme yine hiç bilmediğim yepyeni müzikal haritalar açtılar. Bir buçuk sene boyunca hazırlayıp sunduğum “Tuhafiye” süresince o radyoya arı gibi gidip gelen, yirmidört saat müzik konuşabilecek aşkta insanlarla tanıştım.
Şimdi, on küsur yıl sonra yine benzer olaylar zinciriyle, bu sefer müstesna müzikperest Cüneyt Büyükyaka’nın girişimiyle Show Radyo’da buluveriyorum kendimi. Bu zamana kadar şu ya da bu şekilde dahil olduğum o güzel radyolarda ne vardıysa, burada da aynı şey var: Hayatı boyunca radyocu olmak istemiş, olmuş, müzik ve radyodan başka yer yurt aramamış insanlar var. Şarkılar var, dinleyiciyle itinayla kurdukları köprüler var, üstüne titredikleri. Ve hiç bitmeyen yayın heyecanı. Çarşamba günleri “Hadi Buyur”da çalıyorum söylüyorum ondan ve bundan bahsederken.
TV ÖLDÜ EVET, AMA…
“Tv öldü” diyorlar ya bir süredir, evet öldü. Günahıyla sevabıyla yolcu ediyoruz kendisini. Son demleri. İnternetteki müzik paylaşım platformları, internet radyoları yayıldıkça bizim geleneksel anlamda bildiğimiz, “konuşan radyo” dediğimiz, programını hazırlayıp sunan Dj’li radyoların da öleceğini düşünenler var şimdi. Ben buna izninizle, katılmadığımı söylemek zorundayım. Belki dön dolaş aynı yüz şarkıyı çalan, dj’lerini müzik sevgisine-bilgisine göre değil de, sadece verilen şarkıları sunmakla görevli anons memurlarına dönüştüren otomasyon radyolar eski cazibelerini bulamayabilirler bir daha. Ama hangi şarkıyı nasıl sunup çalacağı sürpriz olan, kalbiyle, diliyle, mizahı yahut kederiyle bulunduğumuz saat diliminde her nerede ne yapıyorsak bize yoldaş olan o sesli kahramanlar varsa, yaşar o radyo.
Edindiğim ilk radyocu arkadaşım rahmetli Mümtaz derdi ki, “Hani “in vino veritas*” diye bir laf vardır ya, bence “in radio veritas**” daha güzel.”Güzeldir radyo, sahicidir, hakikatli dosttur. Ondandır radyo aşkımızdan vazgeçemeyişimiz.
Kaynak:blog.kia